Meral Danış Beştaş, komisyonun nihai raporundan sonraki aşamaları anlattı 2025-12-25 09:08:19   Melek Avcı   ANKARA - DEM Parti Milletvekili Meral Danış Beştaş, Meclis komisyonunun nihai raporunun ardından başlayacak süreçte, ortak raporun yasama aşamasına taşınması, silah bırakanların siyasal ve toplumsal yaşama katılımı, cezaevleri ve sürgünlere ilişkin düzenlemelerin gündeme geleceğini söyledi.   Komisyon üyelerinin İmralı ziyareti ardından İmralı tutanaklarının okunması ve değerlendirmelerin yapılması için 4 Aralık’ta bir araya gelen Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, tüm siyasi partilerin süreç raporlarını teslim etmesiyle birlikte dün toplandı. Komisyon, nihai rapor yazımını bitirmek için çalışmalarını iki ay daha uzattı.   DEM Parti Komisyon Üyesi ve HDK Eş Sözcüsü Meral Danış Beştaş, komisyon çalışmalarını ve sonraki aşamaları değerlendirdi.   “Kürt meselesinin demokratik çözümü ve barışın inşası asla bir güvenlik ekseniyle, ‘terörizm’ tanımlamasıyla çözülemez. Bugüne kadar yapılan, uygulanan yöntemler tamamen bu kapsamdaydı. Demokrasisiz, adaletsiz, inkâra dayalı, sorunu tanımayan bir yerden yaklaşıldığı için bugünlere kadar geldik.”   *Tüm siyasi partiler komisyon raporlarını teslim etti. Raporlarda Kürt meselesinin ya hiç yer almaması ya da güvenlikçi bir çerçevede ele alınması dikkat çekti. Bu yaklaşım, komisyonun taşıdığı ve yürütmek isteği süreç iddiasıyla nasıl bağdaşıyor?   Bu soru, raporlar sunulduktan sonra kamuoyunun da bizim de gündemimizde. Hepsini okuduk, inceledik ve bu yaklaşımı tabii ki tartışıyoruz. Ama dün komisyonda bir veri analizi sunuldu. Özellikle bu, akademisyenlerin yapmış olduğu bilimsel bir çalışma ve aynı zamanda tekniğin de kullanıldığı bir çalışma. Çok önemli bir rapor sundular. Komisyonda yapılan dinlemelerin, önerilerin, değerlendirmelerin çıktılarını paylaştılar. Oradan da göreceğimiz üzere partiler maalesef meseleye kendi siyasi pencerelerinden bakıyorlar. Bugüne kadarki yaratılan ezberlerden, üretilen kutuplaştırmalardan, güvenlik söyleminden esinlenerek bu raporu yazdıklarını anlıyoruz; bunu güvenlik perspektifi olan bölümler ve raporlar için söylüyorum. Bu dönüşür, değişir. Çünkü önemli olan bu komisyonda ortak müşterekleri yakalamak.    Kürt meselesinin demokratik çözümü ve barışın inşası asla bir güvenlik ekseniyle, “terörizm” tanımlamasıyla çözülemez. Bugüne kadar yapılan, uygulanan yöntemler tamamen bu kapsamdaydı. Demokrasisiz, haksız, adaletsiz, inkâra dayalı, sorunu tanımayan bir yerden yaklaşıldığı için bugünlere kadar geldik. PKK de bu yüzden doğdu. Silahı, şiddeti bu yüzden konuşuyoruz zaten. Bu ezberler ve bu yaklaşım bugüne kadar Kürt meselesini çözmedi ve maalesef giderek çözümsüzlüğü derinleştirdi. Aynı politikalarla olumlu bir sonuç alma olasılığı yok. Bu, herkesin bilmesi gereken bir yön. Dünkü sunumlarda da bu açığa çıktı. Toplumsal barış, demokratikleşme, hukuk, çözüm, Kürt meselesi bağlamı çok net bir şekilde yapılan konuşmalardan ortaya çıktı. Ama neticede bu raporlar şu anda var olan ihtiyacı tam olarak karşılamıyor.   Eksik, yetersiz, yanlış, isabetli olmayan birçok değerlendirme var. Doğrular da esnek olan bölümler de var. En azından kapıyı açık bırakan, adım atılmasını kolaylaştıracak değerlendirmeler var. Bizim yaklaşımımız, DEM Parti olarak olumsuz yönleri değil, olumlu yerlerden hareketle o olumlu alanları, pozitif alanları genişletmektir. Çünkü biz tamamen çözüm, demokratikleşme ve toplumsal barışı tesis etme odaklı yaklaşıyoruz. Bilindiği üzere Sayın Öcalan’ın da 27 Şubat çağrısı tam da buradan hareket ediyor. Çelişkileri derinleştirmek gibi bir gayemiz yok. Zaten siyasi partilerin pozisyonları belli ama komisyonda da söyledim; siyasi partiler çözüm ve barış meselesini kendi pozisyonlarına araç etmemeliler. Bu meselenin çözümünde siyasi çıkarları önceleyerek konuşmamalıyız. Bu siyaset üstü ve 86 milyon yurttaşı; AK Parti, İYİ Parti, MHP, CHP’yi, bizi de bütün partilerin tabanını ilgilendiriyor. Buna kâr anlamında, “ne kadar oy alırım, kim iktidar olur, kim cumhurbaşkanı olur” gibi bir yerden yaklaşmak maalesef süreci uzatır, tartışmaları büyütür ve biz istediğimiz sonuca ulaşamayız. Kürt meselesi asla bir araç değildir, olmamalıdır ve sadece seçim dönemlerinde kullanılan, Kürtlerden oy istemeye dönüşen, Kürtler kime destek verecek, kime oy verecek gibi bir yerden yaklaşılan ve seçim sonrası unutulan, görmezden gelinen bir toplum değil. Bunu artık kabul etmiyoruz.   “Bu rapora eleştirilerimizi yaptık. Ancak eleştirileri öne çıkaran değil; yapıcı bir yaklaşımla, ortak raporda bu dilin terk edilip Meclis’in çözüm merkezi olduğunu yansıtabilecek bir metin oluşturulması için çalışıyoruz. Şu anda bütün çabamız bu.”   *Yine, AKP raporunda “milli birlik ve kardeşlik” vurgusu öne çıkarken; anadil hakkı, yerel demokrasi, kayyım politikaları ve siyasal temsil gibi başlıklara somut biçimde yer vermedi. MHP’de de keza yer almadı, eşit vatandaşlık ve anadile yönelik karşıtlık sürerken nasıl bir demokratikleşme ve yol izlenecek?   Biz bunu eleştiriyoruz. Ne AKP’nin raporunda ne MHP’nin raporunda Kürt meselesine dair bir tanımlama var. Tarihsel bir arka plan, gerçek bir tarihsel arka plan maalesef yer almıyor. Dediğiniz gibi Kürtlerin hak talebi, özgürlük talebi, talep ettiği alanlar en başta anadil, kültür, bunlar yer almıyor. Yokmuş gibi davranılıyor ya da “terör” parantezinde ya da “milli kardeşlik” komisyonu çerçevesinde değerlendiriliyor. Bu sorunları tam olarak çözecek bir perspektife haiz değil ve bunu herkes tartışıyor. Ben aralıksız halk buluşmalarına katılan, farklı zeminlerde bulunan biri olarak, HDK adına kongremizde barışın toplumsallaşması için büyük bir çaba gösterildiğini ve Türkiye’nin bütün illerine gittiğimizi söyleyebilirim. Oralarda da bu durum bize çokça soruluyor. “Madem çözüm diyorsunuz, madem Kürt meselesinin demokratik zemine taşınması, siyasetin demokratikleşmesi, örgütlenme özgürlüğü gibi kavramlar kullanıyorsunuz, bunlar raporlarda neden yok?” diye soruluyor. Biz de bunu doğru bulmadığımızı zaten ifade ediyoruz. Şunu fark ediyoruz: Hâlâ teşhisi doğru koyamıyoruz. Teşhis doğru konulmazsa tedavi de yanlış yapılır. Bu nedenle Meclis komisyonunu önemsiyoruz. Raporların içeriği ne olursa olsun, bu kritik bir dönemeçtir ve ilk defa sorun, güvenlik ekseninden çıkarılarak halk iradesinin temsil edildiği Meclis’e taşınmıştır. Bu çok önemli. Meclis bu meseleyi tartışıyor. İçerikten azade olarak söylüyorum; Meclis’te bunun güçlü biçimde tartışılması gerekiyor.   Rapor üzerine çalışmalar devam edecek. Kürt meselesi bir güvenlik meselesi olarak kodlanamaz. Kürt meselesi, tarihsel arka planı olan; daha genel bir ifadeyle tarihsel bir adaletsizlik, inkâr ve haksızlık meselesidir. Kimliğin reddi meselesidir. Türkleştirme dayatmasıdır. Bunun birçok çıktısı var. Bu rapora eleştirilerimizi yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Ancak eleştirileri öne çıkaran değil; yapıcı bir yaklaşımla, ortak raporda bu dilin terk edilip Meclis’in çözüm merkezi olduğunu yansıtabilecek bir metin oluşturulması için çalışıyoruz. Şu anda bütün çabamız bu. Bütün partiler kendi pozisyonlarını ortaya koydu ve bu da önemli. En azından ilk değerlendirme itibarıyla. Bundan sonra müzakerede ne kadar yaklaşabileceğiz, ortak noktaları nasıl açığa çıkarıp ilerletebiliriz, buradan yaklaşıyoruz.   *Peki CHP raporuna ilişkin ne söylersiniz? Özellikle çok yüzeysel olduğu ifade edilmiş, yine eleştirilen bir rapor olmuştu.   Dün bu konuda CHP temsilcisinden bir eleştiri geldi: “Siz sadece CHP’yi eleştiriyorsunuz, AKP ve MHP’yi neden eleştirmiyorsunuz?” Böyle bir şey yok. Biz muhalefetle uğraşmak ya da muhalefette muhalefet etmek gibi bir zihniyette değiliz. Biz iktidara karşı mücadele ediyoruz ve bunu bütün siyasi hayatımızda gösteriyoruz. Nasıl bir mücadele yürüttüğümüzü herkes biliyor. Bu raporları eleştiriyoruz. Ama tabii ki ana muhalefeti de eleştirdik. Çünkü ana muhalefet de başka bir yerden; sorunu tanımlamaktan kaçınıyor ve çözüm önerisi sunmuyor. “Adalet bürokrasisi hazırlık yapsın, getirsin, onun üzerinden konuşalım” gibi bir söylemleri var. Bunu kabul edilemez buluyoruz. Muhalefetin bu meselede iktidardan daha fazla öncülük yapması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü neticede daha demokratik bir Türkiye, özgür yurttaşlık, daha eşit bir hukuk çerçevesinde yaklaşılması gerektiğini söylüyoruz. Hele hele Türkiye nüfusunun dörtte biri olan Kürt halkının özgür olmadığı bir ülkede hiç kimse özgürüm diyemez.    Bir de artık Kürt meselesinin şuradan çıkarılması lazım: “Benim Kürt arkadaşım var. Benim ailemde Kürt gelin var… Biz nasıl ayrılabiliriz? Biz kardeşiz.” Tamam, kardeşlik hukukunu savunuyoruz. Ama kardeşler kendi aralarında eşit olurlar. Bir hukuksal zemin olur. Şimdi Kürtler bile Kürtçe’yi öğrenmesin, dilini unutsun diye çok ciddi asimilasyon politikalarıyla bugüne kadar geldik. Ben bir Kürt kadın olarak ana dilimi biliyorum, konuşabiliyorum, okuyabiliyorum. Ama binlerce Kürt bunu bile yapamıyor. Çünkü öyle bir olanak yok. Türkler de öğrenmiyor. İnsan kardeşinin dilini bilmez mi? Bilir. Biz biliyoruz Türkçeyi. Bunu bir iki yerde söyledim. Gülümsediler arkadaşlar. Dedim ki, kardeşler birbirinin dilini bilirler, bilmek için çaba gösterirler. Kürt komşun, arkadaşın var da onun dilini öğrenmek için ne kadar çabaladın? İşte bizim aradığımız o gerçek kardeşlik hukukunu tesis etmek. Bu yönüyle bütün partilerin raporlarından oluşturulacak ortak raporda, o siyasi angajmanların, siyasi hassasiyetlerin dışına çıkılarak herkesin kazanacağı bir ortak raporu ve yasal çerçeveyi nasıl sunarız? Buna odaklanmamız lazım. Tabii ki ana dili, kültürel farklılığı, çoğulculuğu, anayasada Kürtlerin de dâhil olduğu, kendisine ait hissettiği bir anayasayı ileride konuşacağız ama bugünkü konumuz bunlar değil.   *Üç partinin raporları birlikte okunduğunda, Kürt halkının kolektif haklarına dair ortak bir siyasal irade görüyor musunuz, yoksa sorun yeniden ertelenmiş mi oluyor?   Bence bu aşamadan sonra bu sorunun çözümü ertelenemez. Ama tabii şöyle bir “beklenti” de olmamalı; komisyonun çalışmaları bitince, rapor yazılınca Kürtlerin bütün sorunları çözülecek. Bütün her şey bir anda bitecek gibi bir tablo yok. Burada önemli olan şu: Demokratik siyaset kanallarının tamamen açılması, örgütlenme özgürlüğünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün sağlanması. Sonuçta bizler; Kürt halkı, Alevi toplumu, kadınlar, gençler, diğer bütün farklılıklar, ayrımcılığa uğrayanlar mücadele etmeye devam edecek. Biz de edeceğiz. Bir anda çözülmeyecek. Ama ne olacak? Atılan adımlar bunu kolaylaştıracak, ilerletecek. Mesela şu anda anayasa konuşmuyoruz. Bizim ana dilinde eğitim talebimiz var örneğin. Herkesi kapsayan bir anayasa mücadelemiz her zaman vardı. Diyelim ki komisyon bitecek, bir rapor çıkacak ve militanlar dönecek, siyasi hayata katılacak, en olumlu hâliyle söylüyorum. Tecrit bitecek. Sayın Öcalan özgür şartlarda çalışacak. O zaman yine sorun tamamen çözülmüş olmayacak. Bir mücadele, bir çalışma, bir muhalefet hâli yine devam edecek. Ama ne olacak? Ölümsüz, savaşsız olacak. Kimse kimseye “terörist” ilan edemeyecek. Kimse kimseye öteki diyemeyecek. Ve bu ezberler zamanla bitecek.   “Kürt meselesi sistem tarafından büyütülen, devam ettirilen, reddedilen, halka empoze edilen bir siyasi akıl var. İktidarlar, partiler, liderler değişti ama yaklaşımda esaslı bir değişiklik olmadı. Biz tam da o değişim anındayız.”   *Adalet Bakanı ‘barış ve geçiş yasaları olmaz, olsa olsa tasfiye yasaları olur’ söylemini kullanmıştı. Bir yanda barış söylemi, diğer yanda “tasfiye” ifadesi… Sizce bu iki yaklaşım birbiriyle açık bir çelişki oluşturmuyor mu? Bu dil değişmeli mi?   Tabii ki değişmeli. Hepimiz barışın dilini konuşmalıyız. Komisyonda en çok ifade ettiğimiz, dile getirdiğimiz meselelerden biridir; bir meseleyi 10–100 ayrı şekilde ifade edebilirsiniz. Şimdi bu bir su. Şişe içinde, bardak içinde, temiz su, kirli su diyebilirsiniz. Bunu bir de toplumsal bir meselede herkesin hassasiyetini gözeterek yapmak var. Bir kere toplumsal hassasiyetler derken belirli kesimleri sadece kastetmemek lazım. Bütün hassasiyetlerden söz etmeli. Kürtlerin onurunu, Türklerin gururunu incitmeyelim. Kürt meselesini çözerken Türk halkının gururuna kastedemeyiz. Kürtlerin de onuruna kastedemeyiz. İkisini birleştiren bir dil kurmamız lazım. Kürt ve Türk neticede temel hak ve özgürlüklerden yararlanmalı. Kürt meselesi sistem tarafından büyütülen, devam ettirilen, reddedilen, halka empoze edilen bir siyasi akıl var.    İktidarlar, partiler, liderler değişti ama yaklaşımda esaslı bir değişiklik olmadı. Biz tam da o değişim anındayız. Şu anda barış, çözüm, demokratikleşme anlarını yaşıyoruz ve dilimizin de buna uygun olması lazım. Bu yönüyle Adalet Bakanlığı’nın söylemi tabii ki isabetli değil. Sürecin ruhuna uygun değil. Neticede barış ve demokratik toplum süreci bir tasfiye olma süreci değil. Bir, “biz yenildik, bitiriyoruz” ya da karşılıklı bir teslim alma, teslim etme süreci değil. Sonuçta kendileri ifade ediyorlar; silah bıraktık, yakıyoruz. 27 Şubat çağrısını unutmayalım; hafızamızda yer almalı. Nedir? Demokratik entegrasyon, barış, demokratik toplum. Herkesi kapsayan kavramlarla konuşuyoruz. Yani tasfiye etmiş değil kendini. “Neyi tasfiye ediyorsunuz?” diye sorarlar. Zaten bir fesih var. Bunun yerine şunu söylemek kimseyi incitmez: Toplumsal ve siyasal hayata herkesin katılma hakkı için çalışıyoruz. Bu Türkiye için önemli bir olanaktır. Bunun önünü açmalıyız. Hepimize görevler düşüyor. Yani kavramlarla süreci baltalamamalıyız. Bu bizim için de geçerli.    Çok yüksek bir hassasiyet gösteriyoruz, bu sürece zarar vermemek için. Bu hassasiyeti de herkesten bekleriz. Süreçle çelişmeyecek, sürecin ruhuna uygun, geleceği aydınlatacak, demokratikleştirecek, bir arada yaşamı kolaylaştıracak bir dil kurmak hepimizin görevi. Bu çağrıyı herkese yapıyorum. Dilimizde de toplumsal refleksleri bu yönde dönüştürecek bir dil kullanmalıyız. Mesela şu anda öyle bir iklimdeyiz ki son bir haftadır spor karşılaşmalarında bir nefret dili üretiliyor. Bu tesadüf değil. Bu bilinçli, örgütlenen bir şey. Hiç kimse tesadüfen bu sloganın atıldığını, sevgili Leyla Zana’ya o küfrün kullanıldığını düşünemez. Çünkü peşi sıra kampanyalar geliyor. Hedef ne? Süreç. İşte darbe dinamiği dediğimiz, bazı odakların bunu bozmaya çalıştığını söylediğimiz mesele tam da bu. Hatırlarsanız, İmralı görüşmelerinde Sayın Öcalan Habitus örneğini vermişti. Bu alışkanlıkların, o ezberlerin tekrar üretilmesi meselesi. Onun karşısındayız.   “Diyarbakır’daki Kürt de Kobani’deki Kürt’ün özgür yaşamasını ister. Kobani’deki de buradakini ister ve bunun birlikte çözümünü savunuyoruz. Ama bunu birbirine endeksleyerek, orada böyle olursa burası olmaz demek de doğru değil.”   *Buradaki süreç özellikle iktidar tarafından Suriye ile bağlantılı olarak ele alınıyor. Baktığımızda Türkiye’nin Suriye’ye ziyaretinin ardından HTŞ’ye bağlı gruplar Kürt bölgelerine saldırdı. Hakan Fidan’ın söylemleri ve iktidara bağlı medyanın manipülasyonlarında bu saldırıların SDG’nin silah bırakmaması olarak aktarılması hakkında ne düşünüyorsunuz? İçeride “kardeşlik” ve “dayanışma” söylemi varken dışarıda bu tutum süreci nasıl zedeliyor?   Bu güveni zedeliyor. Bu inşayı zorlaştırıyor. Bu desteği zayıflatıyor. Ankara’da, Van’da, İstanbul’da, Türkiye’nin her tarafında barışı konuşalım, demokratik inşayı konuşalım ama Suriye bunun dışında denilemez. Orası için de barışı istemek lazım. Bugün “Türk Cumhuriyetleri” diye bir kavram var ya da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönelik Türkiye’nin sahiplenişi, Azerbaycan’la, Türkistan gibi birçok ülkeyle dostluk ilişkileri varken neden Kuzeydoğu Suriye’yle olmasın? Burada yaşayan 20–30 milyona yakın Kürt, oradaki Kürt’ten farklı değil; aynı dil, kültür, aynı coğrafya ve iradesi dışında ayrı ülke sınırları içinde olmuş.   Türkiye Suriye adına karar veremez. Orada muhataplar var. Biz de PYD adına ya da oradaki yönetim adına konuşamayız. Sonuçta orada bir yönetim var ve onlar görüşmelerini yapıyorlar. Bize düşen oraya güç vermek. Bunun çözüm yolunda halkların bir arada yaşamını kolaylaştırıcı, demokratik bir Suriye’nin oluşması için politik görüşlerimizi söyleriz ve bu onlara da güç verir. Ama Türkiye’de bunun aksine zaman zaman açıklamalar ve tutumlar olabiliyor. Ayrıca SDG’nin, Kuzeydoğu Suriye’den Türkiye’ye yönelik bir tehdidi yok. Bu bir heyula. Yaratılan bir algı. Bu algıyı dönüştürmek de iktidarın elinde. Çünkü öyle bir gerçek de yok. Genel Kurul’da geçmiş yıllarda bunun haritalarını çıkardık. Zaten öyle olsa herkes öğrenir, biz de öğreniriz. Dostluk eli uzatılmalı. Tabii ki birbirinden etkilenmez demiyorum, farkındaysanız. Diyarbakır’daki Kürt de Kobanê’deki Kürt’ün özgür yaşamasını ister. Kobanê’deki de buradakini ister ve bunun birlikte çözümünü savunuyoruz. Ama bunu birbirine endeksleyerek, orada böyle olursa burası olmaz demek de doğru değil. İdeal olan tabii ki iki tarafta da; Türkiye’nin de demokratikleşmesi ve meselenin çözümü, Suriye’nin de demokratikleşmesi ve bütün farklı kimliklerin bir arada demokratik bir zeminde yaşamasıdır.    Takip ettiğimiz kadarıyla görüşmeler devam ediyor. Tıpkı buradaki gibi provokasyonlar da maalesef zaman zaman ortaya çıkıyor. Ama neticede bir mutabakat var. Onun üzerinden bir müzakere devam ediyor. Bizim önerimiz buna en azından sözel ve politik olarak destek vermek. Biz de bu çözümü istiyoruz. Görüşmelerin olumlu neticelenmesini arzu ediyoruz. Türkiye, resmî olarak da bunu savunmalı diye öneriyoruz. Çünkü Ortadoğu’da barışın tekrar filizlenmesi, her tarafa yayılması açısından da çok önemli göstergeler. Bir de hakikaten Kuzeydoğu Suriye, dünyada gittiğimiz bütün diplomatik görüşmelerde bir vaha. Büyük bir umut veriyor, büyük ilham kaynağı. Çünkü orada IŞİD’le mücadele eden, kadın özgürlüğüne dayanan eşitlikçi bir yönetim var. Ve bu o kadar değerli ki, onu herkesin gözü gibi koruması gerekir.   “Yazım komisyonu kuruldu. İlk toplantısını iki gün önce yaptı. İkincisini de 5 ya da 6 Ocak’ta yapacak.”   *Şimdi, komisyon süresi iki ay uzatıldı. Komisyonun raporunu hazırlama aşaması nasıl ilerleyecek, örneğin bu süreçte İmralı’ya yeni bir ziyaret olur mu?   Bir kere, İmralı’ya isteyen gidebilmeli. Sayın Öcalan’ın özgür şartlarda talep edenlerle görüşebildiği ya da kendisinin istediği kişilerle görüşebilmesi gerek. Çünkü kendisi baş siyasi aktör ve muhatap; sonuçta süreç şu anda onun çağrısıyla devam ediyor ve çok önemli bir çaba içinde. İkincisi, bu iki aylık uzatma yanlış bir algıya da sebep olabilir. Bu tamamen yönerge gereğidir. İlk gün yapmış olduğumuz toplantıda yönergede “çalışma süresini her defasında iki aya kadar uzatabilir” denildi. Tabii bu iki ayın son gününe kadar komisyon çalışacak gibi bir şey yok. Ne zaman bitirirse; bir ay içinde, 15 gün içinde, 40 gün içinde o süre zarfında bitirebilir. Uzatılma sebebi de ortak raporun henüz oluşamaması. Müzakereler devam ediyor. Yazım komisyonu kuruldu. İlk toplantısını iki gün önce yaptı. İkincisini de 5 ya da 6 Ocak’ta yapacak. Dün söylem analizi, teknik olarak o bilimsel zeminde yapılan çıktılar önümüze geldi ve çok önemliydi. Mesela notlarımda var; yüzde 50’nin üstünde, 60’a yakın oranda, bu meselenin barış ve demokratik toplum, demokrasi, hukuk, adalet kavramlarıyla çözülebileceğine dair çıktılar var. Bu hiçbir partinin siyasi görüşü değil. Yapılan dinlemelerden ortaya çıkan sonuçlar. Oradan da tabii ki faydalanılacak.    Hatta şöyle bir öneri de geldi: Siyasi partilerin temsilcilerinin konuşmalarının da analizinin yapılmasına ilişkin. Kişisel olarak ben, bizim söylemlerimizin analizine ihtiyaç olmadığı görüşündeyim. Zaten her gün partiler kendi pozisyonlarını ifade ediyorlar. Burada önemli olan, toplumu temsil eden düşüncelerin ortalama beklentileri ve tabii ki hak, hukuk, adalet, eşitlik, demokrasi, barış kavramları etrafında bir ortak rapor tesis etmek ve bir çerçeve sunmak. Şimdi bu rapor yazıldıktan sonra kuvvetle muhtemel şu anda yeni bir toplantı tarihi yok. Ama istenildiğinde davet edilecek zaten. Komisyonun görüşlerine sunulacak.   *Son olarak bu raporlamanın ardından bizi somut olarak hangi süreçler bekliyor?   Birbirimize yaklaştık diyelim, asgari müştereklerde. Hiçbir partinin tek başına raporu olmayacak. Mesela bize kalsa diyelim bu komisyonun adı Barış ve Demokratik Toplum Süreci Komisyonu olur. Diyelim ki başka bir parti için “terörsüz Türkiye Komisyonu” olur. Ama ne oldu? Millî dayanışma olarak formüle edildi. Bütün partilerin kendisini bulduğu ama hiç kimsenin tek başına ifade edilmediği bir isim. İşte biz bu ortak raporun da bu mantıkla oluşabileceği görüşündeyiz. Tartışarak, kavramlarla, maddelerle değerlendirerek, müzakereyle bir ortak zeminde buluşulur. Yine tek bir partinin görüşü olmaz. Ama en azından herkesin önerilerinin ortaklaştığı bir zemin oluşur. Asıl iş ondan sonra başlıyor. Bir; sonuçta yasa önerisi ya da önerileri olacak. Bizim birden fazla önerimiz var. Her partinin farklı önerileri var. Hepsinin bir anda çıkmayacağını bilelim. Bunu kamuoyuna söylüyorum; diyelim ki 30 tane ayrı yasa önermişsin, hepsi ortaklaşabilecek düzeyde değil.    Ama ilk elden şu anda silah bırakan militanların dönüşü, siyasal ve toplumsal hayata katılımı ile ilgili bir düzenlemeye ihtiyaç var. Çünkü silahı bırakıyorlar. Nereye bırakacaklar? Nasıl gelecekler? Geldikten sonra kendilerini ne bekliyor? Neticede geçmiş barış gruplarında olduğu gibi cezaevlerine gitsinler, 10 yıl yatsınlar, çıksınlar gibi bir mesele değil bu. Bir çatışma çözüyoruz. Bunun, herkesin müşterek hâlde katkı yapacağı bir düzenleme olması gerekiyor.   Bununla birlikte diyelim ki bu çerçeve yasa çıktı, kendileri geldi. Mesela biz, gelen örgüt mensupları, militanlar arasında ayrım yapılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Neye göre, hangi ölçüye göre bu ayrım yapılacak? Yöneticiymiş, suça bulaşmış, bulaşmamış. Bunun yerine daha genel bir düzenleme yapılması gerektiğine inanıyoruz. Şimdi bu kuvvetle muhtemel, kendini fesheden örgüt üzerinden tanımlanır. Çünkü “silahlı örgüt” bütün örgütleri kapsar diyemiyorum, kapsamaz da diyemiyorum, farkındaysanız. Ama neticede ben öngörülerimi söylüyorum. Burada cezaevine gitmeyecek bir formül, pişmanlığı barındırmayan, tırnak içinde bir formül… Çünkü birileri de bunu farklı şekillerde tartıştırmak istiyor. Çünkü bu bir teslim olma, pişmanlık gibi bir tartışma değil. Burada silah yerine siyasi alana geçilecek. Silah bırakanlar siyasi alanda mücadele edecekler. Asıl mesele orası zaten.   Ve tabii ki umut hakkı olmalı. Bunun için de neticede üç ayda, dört ayda bitmeyecek bu sorun. Orta ve uzun vadeli atılacak birçok adım var. Bu çıkacak çerçeve yasa kapsamında cezaevindeki siyasi mahpusların çıkması gerekir; çünkü aynı kapsamda ceza alanlar var. İşte propaganda, üyelik, yöneticilik, yardım yataklık gibi… Hakkında dava olmayan kimse yok; dışarıda olsa da. Bu davaların bir temizlenmesi gerekir. Tabii ki sürgünde olanların geri dönüşünün önünün açılması gerekir. Bu konuda da öncelikler var. Öncelikler tabii ki hastalar, yaşamını tek başına idame ettiremeyenler ve her an maalesef ölüm riski olan insanların daha erken çıkması gerekiyor. Tabii ki yine kanun gerektirmeyen AİHM ve AYM kararları gereği çıkması gereken çok sayıda isim var. Kamuoyunda sevgili Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay ve Leyla Güven gibi birçok isim var bu konuda. Onların da özgürlüğü gerekiyor. Yasaya gerek yok.    Siyasi iradenin bu yönde şekillenmesi gerekiyor. Sonrasında bu yasa teklifi gelince ihtisas komisyonuna gidecek. İhtisas komisyonu da Adalet Komisyonu olur. Yani bu tabloda başka yasa teklifleri olursa, ona göre uzmanlık alanına verilir. Sonra Genel Kurul’a gelecek. Genel Kurul’da da zaten bütün partiler, bir parti hariç, Meclis komisyonunda temsil edildiği için bunların geçmesinin zor olmayacağı düşünülüyor. Yani öngörümüz o yönde.